tiyatrom kardelen
PAYLAŞMAK GÜZELDİR  
  ANA SAYFA
  MÜZİĞİM
  TİYARO TARİHİ
  TİYATRO TERİMLERİ
  DİKSİYON EĞİTİMİ
  SES EFEKTLERI
  TİRATLAR
  OYUN METİNLERİ
  TIYATRO KITAPLARI
  GELENEKSEL OYUNLAR
  ORTAOYUNU VE KARAGÖZ
  NASREDDİN HOCA
  => nasreddin hoca 2
  => nasreddin hoca 3
  => nasreddin hoca 4
  => nasreddin hoca 5
  BUNLARI BİLİYORMUSUNUZ
  PORTRELER
  EBRU SANATI
  EBRU SANATI VİDEOLARI
  USTA ELLER
  ATATÜRK'E GÖRE...
  YAZARLARDAN
  ŞİİRLER
  LÜTFEN OKU
  RESİMLER
  KELEBEĞİN KALBİ
  FİLM İZLE
  TUGRALAR
  2007-2008 SEZONU DT.OYUNLARI
  EN İYİ 10 TÜRK FİLMİ
  TİYATRO SİTELERİ
  ANA SAYFA HABERLERİ
  USTA TİYATROCULAR
  TÜRK HALK MÜZİĞİ ÇALGILARI
  NAMAZ VAKİTLERİ
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  ZİYARETÇİ SAYISI
  Gönül Dostları.. SİTENİZİ EKLEYİNİZ
  BANNERLERİMİZ
Ne yapsalar boş........................
göklerden gelen bir karar vardır
nasreddin hoca 4

BİLİM ADAMI OLARAK NASREDDİN HOCA

 

Hoca, kaynakların ve fıkraların ışığında ele alındığında öncelikle bilgili bir kişidir. Küçük yaşlarından itibaren önce babasının yanında daha sonra Sivrihisar ve Konya medreselerinde ciddi bir tahsil görmüştür. Müderris yani medrese Hocasıdır. Devrinin önemli bilgin ve ârifleriyle münasebeti söz konusudur. Yaşadığı ve eğitim gördüğü devir de ilim bakımından dikkat çekici özelliklere sahiptir. Hoca, böyle bir çağın ve dönemin insanıdır.

Hoca, bilgindir ama bilgiçlik taslamaz. Hayatı sadece kitabi bilgilerle yorumlamaz. Meseleler karşısında sırf kitabı bilgilerin kurallarıyla hareket etmez. Aklını da kullanarak çözümler bulur. Öte yandan devrinin bilim anlayışına ilişkin eleştirel bir bakışı vardır. Medreselerdeki yabancı dil öğretiminin ezberciliğe önem vermesini kabullenmemektedir.  Nitekim buraya alacağımız şu fıkraları onun bu tutumunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Bu fıkralardan ilki “ezberci” eğitime bir eleştiri niteliğindedir. Bu fıkrada anlatılanlara göre Hocanın annesi bir gün çamaşır yıkayacak olur. Hoca’dan kül getirmesini ister. Hoca külhana varır ama kül bulamaz. Eve dönerken yolda o zamanlar “ekser” denilen paslanmış çiviler görür. Bunları annesine getirir.  Annesi çivileri görünce şaşırır. Ekser değil kül istediğini söyler. Hoca hemen cevabı yapıştırır:” Sen de benim gibi medreseye gidip Arapça okusaydın “ekser için kül hükmü vardır” kuralını bilir, böyle konuşmazdın” der.

Yine gereksiz bilgilerin medreselerde öğretimine yahut öğretim yöntemine eleştiri anlamında şu fıkrası da ilginçtir: “Hoca, talebelerine Kuduri adlı din kitabını okutuyormuş. Bir gün komşusu bir türlü uyuyamayan çocuğu için muska yazmasını isteyince bir Kuduri bulup yastığın altına koy, der. Komşunun “Kuduri muska mıdır?”  sorusuna da “Muska olup olmadığını bilmem ama şunu bilirim ki bu kitabı ne zaman okutmaya kalksam bizim talebeler horul horul uyuyorlar.” der.

Bir başka fıkrasındaki tutumu ise özellikle günlük hayatta çokça kullanılan dini terimlerin halka ezberci bir anlayışla verilmesine yönelik bir eleştiridir. Bu fıkra da şöyledir: “Hocaya bir gün bir kimse ölünce ya da ölüm haberi duyulunca okunan “inna lillahi ve inna ileyhi raciun”(Allah’tan geldik ve yine ona döneceğiz) âyetinin ne anlama geldiğini sorarlar. Hoca bir süre düşündükten sonra şöyle der:” Anlamını çıkaramadım ama bildiğim kadarıyla bu ayet düğünlerde derneklerde pek okunmaz.”

Yine silah taşımanın yasak olduğu bir devirde Hoca, bir kılıçla yakalanır. Subaşı, silah taşımanın yasak olduğunu buna rağmen neden taşıdığın sorar. Hoca da der ki: “Bu kılıçla öğrencilerin yanlışlarını kazıyorum.” Subaşı bunun imkânsızlığını söyleyince Hoca” Öyle koca yanlışlar var ki kazıyıp düzeltmek için bu bile ufak geliyor.” Cevabını verir. Bu fıkra, görünüşte durumu kurtarmak adına söylenmiş gibi görünmekle beraber bilim hayatındaki yanlışlıklara ve tutarsızlıklara da bir eleştiri mahiyetinde anlaşılmalıdır.

Nasreddin Hoca’nın önemsediği bir husus da bilginin gerçeklere dayanması ve bilim adına ortaya konan bilgilerin bir işe yaramasıdır. Bir fıkrasında anlatılan şu olay onun bu tutumunu gösterir. Bir gün Akşehir’e üç bilgin gelir. Bunlar gereksiz bilgilerle kafalarını doldurmuş ve bunun verdiği gururla ortada dolaşan tiplerdir. Hoca’ya dünyanın merkezsinin neresi olduğunu sorarlar. Hoca da “Eşeğimin sağ arka ayağının bastığı yerdir” der. Onlar Hocadan ispat isteyince de Hoca “İnanmazsanız ölçün de görün.” der. İkinci soruları gökteki yıldızların sayısının kaç olduğudur. Hoca “Eşeğimin kılları kadar” cevabını verir. Yine ispat istediklerin ise cevap aynıdır. “İnanmazsanız sayın.” Üçüncü soru ise “Sakalında kaç kıl olduğu” şeklindedir. Hoca “Eşeğimin kuyruğundaki kıllar kadar.” der. Yine ispat istenince de Hoca, taşı gediğine koyar ve muhatabını kesin bir dille susturur. “İnanmazsan” der “Bir kıl senin sakalından bir kıl eşeğinin kuyruğundan koparalım. Bakalım denk çıkacak mı görürüz.”

Başka bir fıkrası da şöyledir: Akşehir’e gereksiz sorularla insanların kafasını karıştıran bir softa gelir. “Şehrinizin en büyük bilginiyle görüşmek istiyorum” der. Adamı Hoca’nın yanına götürürler. Softa, Hoca’ya “Efendi, size kırk soru soracağım ama bunların hepsine birden, tek cevap vereceksiniz.” Şeklinde bir şart ileri sürer. Hoca, hiç oralı olmaz. Adam kırk soruyu peş peşe sorar. Sorular bitince Hoca’nın verdiği cevap muhteşemdir: “Bilmem!...”

Burada ilk bakışta hemen görebildiğimiz gerçek; bilim adına gereksiz, hiçbir işe yaramayan bilgi(!)lerle meşguliyetin manasızlığı vurgusudur. Çünkü bu tür soruların cevapları yoktur. Olsa da bir yararından söz edilemez. Ne yazık ki din adına bilim adına bu tür boş şeyler her devrin meselesi olmuştur. Günümüzde bile Hz. Nuh’un gemisinin kaç direği olduğundan, meleklerin erkek ki dişi mi olduklarına kadar uzanan soruların manasızlığı asırlar öncesinden Hocanın bilgin ve bilge kişiliğiyle cevaplarını böylece bulmuş olur.

Bilimin en önemli yöntemlerinden biri de şüpheciliktir. Hoca da bunu da görürüz:  Hoca bir gün eşeğine binmiş giderken adamın biri “Hoca efendi!” der. “Eşeğinin kaç ayağı var.” Hoca, eşekten iner. Hayvanın ayaklarını sayar ve dört tane olduğunu söyler. Adamın bu durum tuhafına gider ve “Hoca! der. “Sen eşeğin kaç ayaklı olduğunu bilmiyor musun da tekrar saydın?” Hoca “Biliyordum da” der “Fakat akşamdan beri kontrol etmemiştim. Belki bir değişiklik olmuştur diye tekrar saydım.”

Hoca, bilim ve din dili konusunda mevcut anlayışı kabullenir gözükmemektedir. Milli dilimiz olan Türkçe’den yana bir tavır gösterir. Kimi fıkralarındaki Arapça ve Farsça konusundaki yetersizliğini ima eden özellikler, yetersizlikten çok Hoca’nın Türkçe’ye verdiği önemin bir göstergesi olsa gerektir. Zira, o devirde devlet dili Farsça idi. İlim dili olarak da Arapça kullanılıyordu. Türkçe’yi ise Halk ve göçebe Türkler konuşuyordu. Hoca, tıpkı Yunus Emre, Âşık Paşa gibi, tercihini Türkçe’den yana kullanmış bir kişidir.

Hoca’nın Türkçeciliğine bir örnek olarak şu fıkrasına bakabiliriz: “Adamın biri Farsça yazılmış bir mektubu Hoca’ya okuması için getirir. Hoca, mektubu evirir çevirir fakat okuyamaz. Adam buna sinirlenerek : “Bir de Hoca olacaksın. Bari başındaki şu kavuktan utan” deyince Hoca, kavuğunu başından çıkarıp adamın başına koyar ve “ Marifet kavuktaysa al sen oku!..” der.

Bu fıkrada bir yandan mektup gibi çok özel yazışmanın Farsça olmasına eleştiri getirilirken, bir yandan da şeklin özü her zaman temsil etmeyeceği şeklinde bir anlayışı da ortaya koymuş olur. Zira, bilgininin bilginlerin çok önemsendiği bir devirde bu mesleğin prestijinden yararlanmak isteyenler de muhtemelen olur. Hoca, gerçek bilginin, sahtesinin ayrılması şeklinde de bir mesaj vermek ister.

 

MUTASAVVIF OLARAK NASREDDİN HOCA

 

Günümüz şairlerinden Ali Günvar, Nasreddin Hoca ile ilgili bir makalesinde “Nasreddin Hoca, devletin üniter, monolitik ve baskıcı ideolojik yapısının dağıldığı fakat bununla birlikte de pek çok ekonomik ve sosyal sıkıntının yaşandığı bir toplumsal kriz durumunda, insanları mizah yolu ile vuzuha kavuşturduğu İslâmî Ahlâk paradigması içinde tefekküre yöneltmiş olan ve onlara, zaman zaman demir leblebi denilen konuları mizahen anlatabilmiş, evliyadan bir zat-ı muhteremdir, dersek pek de yanlış olmayacaktır.”[1] demektedir.

Ali Günvar’ın Hoca için söylediği “Evliyadan bir zat-ı muhterem” ifadesi önceki zamanlarda da söylenmiş ve Hoca tasavvuf ehli, derviş, halife, şeyh isimleriyle de anılmıştır. Bunun bir örneği Hoca ile ilgili bilgi veren kaynaklar bölümünde yer alan Bayburtlu Osman’ın eserinde Hoca’nın büyük evliyalar arasında sayıldığı bilgisidir. Halkın bakış açısı da zaten böyledir. Bu yaklaşıma bağlı olarak da Hoca’nın fıkraları tasavvufi bakış açısıyla yorumlanmıştır. Mesela Mevlâna’nın torunlarından Burhaneddin Çelebi (1814–1897) Nasreddin Hoca’nın 121 fıkrasını tasavvufi bakış açısıyla izah etmiştir.[2]

Bu konuda Sabri Tandoğan’ın söyledikleri de çok önemlidir: “Nasreddin Hoca fıkraları yalnızca bir gülme ve mizah malzemesi olarak görülmemelidir. Tasavvufi görüşle değerlendirildikleri takdirde insanlığın öğreneceği çok şey bulunduğu anlaşılacaktır.”[3]

Nasreddin Hoca’nın fıkralarına günümüzde böyle bir açıdan yaklaşan bir isim de İsmail Emre’dir. 1900 Adana doğumlu olan Emre “Hoca’nın fıkralarında tasavvufi bir hikmet bulmakta” ve buna göre yorumlamaktadır.[4] Emre’ye göre Nasreddin Hoca, büyük bir mutasavvıftır. Fıkralarında da tasavvufi hakikat ile tasavvufi ahlakı telkin etmek istemektedir. Ayrıca, Hoca’nın bu yönü onun fıkralarının taklitlerinden ayrılmasında da bir ölçüdür.[5]

Nasreddin Hoca, önceden de belirtildiği üzere bilgin bir kişidir. Küçük yaşlarından itibaren hemen her türlü dini bilgiyi almış, Kur’an hafızı olmuş ve Sivrihisar’da müderrislik yapacak bir seviyeye ulaşmıştır. Onun Konya ve Akşehir’e götüren sebep muhtemelen tasavvufi arayışları olabilir. Zira kendilerinden faydalanmak üzere bulundukları yere gittiği Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan mutasavvıf kişilerdir. Nitekim Mecmua-i Maarif adlı esere dayalı olarak Hoca’nın bu durumunu ele alan Fuat Köprülü de Hoca’nın köyünden ayrılmasını bu iki mutasavvıf zata intisap maksadıyla olduğunu belirtmektedir.[6]

Ali Günvar, bahsettiğimiz yazısında yine Hoca için Saltuknâme’deki bilgileri referans alarak “Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretlerinin dervişlerindendir. Muhtemelen bu zatın halifesi ve Mahmud Hayrânî Hakk’a yürüdükten sonra da dergâhın şeyhi olarak görev yapmıştır.”[7]  demektedir.

Bilindiği üzere 13. asır yani Nasreddin Hoca’nın da yaşadığı yüzyıl bir bunalım çağı olmakla birlikte aynı zamanda bir tasavvuf asrıdır. Moğol istilası neticesinde Anadolu’ya göç eden Türkistanlı dervişler ve onların öğretisi olan tasavvuf düşüncesi Anadolu halkı için bir kurtuluş reçetesi olarak görülmüştür. Bu devirde Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre bu asrın zirve mutasavvıflarıdır. Nasreddin Hoca da bu çağın insanıdır. Hoca, Konya’da bulunduğuna göre muhtemelen özellikle Mevlana ile görüşmüş olabilir.

Asıl önemli olan ise Nasreddin Hoca’nın Mevlana tarafından da büyüklüğü kabul edilen ve saygı gösterilen Seyyid Mahmud Hayrani (ö. 1268) ve Seyyid İbrahim Sultan’ın talebesi olmasıdır. Çünkü bu zatlar sadece âlim değil aynı zamanda ârif kişilerdir. Yani tasavvuf ehlidirler.

Nasreddin Hoca’nın Konya’dan bu büyük zatların Akşehir’e göç etmesi üzerine peşlerinden buraya gelmesi de bu anlamda ilgi çekici bir durumdur. Bu durum Hoca’da bir tasavvufi yön olduğunun açık belirtisidir.

Yine Hoca’nın dini daha çok iç yapısıyla ve ahlaki ilkeleriyle ele alışı, kalenderliği, hoşgörülüğü, tatlı dili, güler yüzü, insanları eğitim ve tenkit metodu gibi durumlar da göz önüne alındığında ondaki tasavvufi yönü görmek daha da kolaylaşır.

Bu özelliklerinden dolayı “Nasreddin Hoca, halk mabeyninde sâlih, veli ve mübarek bir kişi” olarak kabul edildi. Hoca’nın fıkralarının ilk derlemecileri de onu bu gözle gördü. Eserlerinde ondan bahsederken “Evliyadan Nasreddin Hoca” diye bir not düşme ihtiyacı duydular. Yine ilmi ve entelektüel anlamda ona ilk eğilenler de mesela Şemsettin Sami Hoca’nın ermişliğinden söz etti. Son zamanlardaki ilmi araştırmacılar da Hoca’nın bu yönünü üzerinde de durmaya başladılar.

Fakat, Hoca’nın hakkındaki tarihi malumata ve fıkralarına bağlı olarak olaya baktığımızda onu Ali Günvar’ın “şeyh” olarak görme yorumunu kabul etmek zorlaşmaktadır. Hoca’nın bu yönü hakkında bir bilim adamının da belirttiği gibi olsa olsa şöyle söylenmelidir: Hoca, tasavvuf müntesibidir. Tasavvufi yönü bulunan bir şahsiyettir. Onu şeyh olarak görmek eldeki mevcut bilgilere göre zordur. [8]

Mustafa Miyasoğlu da bir makalesinde Nasreddin Hoca’yı “Güldüren Evliya” olarak vasıflandırdıktan sonra bu görüşü benimser gözükmektedir. “İslam kültürünün tasavvuf geleneğinden beslenen yanını Dede Korkut gibi Nasreddin Hoca da görmekteyiz. Mevlana ve Yunus Emre’de açıkça görülen bu özellik, Nasreddin Hoca’da biraz gerilerde, alttan alta süren bir geleneğin yansıması gibidir.” [9]

Mehmet Önder de benzer bir yorum yapmaktadır: “Nasreddin Hoca, XIII. yüzyılda Anadolu’nun bir kasabasında yarı aç, yarı tok yaşamını sürdüren, hazırcevap, zeki, medrese görmüş, tasavvufa meraklı bir halk adamıydı. Hoşgörüyü bir inanç felsefesi olarak gören tasavvufa meyli, onun Akşehir’de türbesi olan Seyyid Mahmud Hayrani’ye bağlılığından dolayıdır.”[10]

Bu yorumlar da Hoca’nın tasavvufla ilgi olduğunu ondan beslendiğini fakat bir dergâhta şeyhlik gibi bir durumunun olmadığını göstermektedir.

Ama gerçek ne olursa olsun, Hoca’nın fıkraları Bereketzâde Abdullah Bey’in ifadesiyle “zahiri hande-fezâ, bâtını hikmet-nüma” olan fıkralardır. Bu hikmetin kaynağı ise ancak tasavvuf olabilir. O yüzden onu Bir Mevlana, bir Hacı Bektaş gibi düşünmek hatalı bir tutum sayılmaz.[11]

Hoca, bir mutasavvıf olarak (ister şeyh, isterse müntesip olarak ele alalım) yine kendine özgü bir tutumun sahibidir. Öncelikle pek çok tasavvuf insanında da görüldüğü gibi gönül adamlığı onu taassuptan uzak tutmuştur. Bu yüzden Hoca, asla katı kuralcılık yapmaz.

Geniş bir hoşgörünün ve derin bir insan sevgisinin insanı olarak hayatını sürdürür. Çevresine de bunu telkin eder.

Yine onun mutasavvıflığı şayet bir dergâhın içinde bulunduysa bile dergâh sınırları içinde kalmaz. Hayatın ve olayların içinde ve insanların arasındadır. Başka bir deyişle tasavvufi tutum ve anlayışı hayattan ve günlük hayatın gerçeklerinden kopuk değildir.

            Bir başka önemli husus da Hoca’nın tasavvufi bir terim olan “keramet”in ulu orta gösterilmesinden son derece rahatsız olmasıdır. Zira, din ve tasavvufun gerçek manasında uzak zümrelerce tasavvuf, daha çok bu yönüyle algılanmaktadır. Tasavvufu böyle anlayanlara karşı Hoca’nın kılıcı son derece keskindir. Şu fıkrası bu tutumun güzel bir örneğidir.

            Bir gün Şeyyad Hamza bir toplulukta “Ben öylesine kâmil biriyim ki her gece bu âlemden geçer, göklere uçar, oradan da dünyayı seyrederim” der. Hoca bunun üzerine “ Sen göklerde uçarken hiç eline samur gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu? diye sorması üzerine Şeyyad Hamza “evet” deyince Hoca “ İşte o eline dokunan şey benim eşeğimin kuyruğudur.”cevabını verir.

            Bir başka fıkrasında da yine istismara çok açık olan “keramet” konusunda benzer bir tepkinin içindedir: Halk bir gün Hoca’dan keramet göstermesini isterler. Hoca “tamam” der. “Şu karşıdaki ağacı bana doğru yürüteceğim.” Ve ağaca “yürü” diye seslenir. Tabi ki ağaç yürümez. Hoca, bunun üzerine ağaca doğru kendisi yürümeye başlar. Ne yaptığını soranlara da “Bizde gurur kibir yoktur. Ağaç bize gelmezse biz ağaca gideriz.” cevabını verir.

            Bu tutum ilk bakışta bir kurnazlık gibi algılanabilme özelliğine sahipse de burada asıl verilmek istenen mesaj kerametin bir “gösteri” olmadığını açıklamaktır.  Yine burada dikkat çeken bir husus büyüklenmenin değil tevazunun tasavvufun ana ilkesi olduğu vurgusudur. Kimi anlatımlarda bu fıkradaki ağacın yerine dağın konulduğunu da ayrıca belirtelim.

Yine tasavvufi meselelerde yanlış bir kanaat, Allah’la kulu arasında aracılar koymaktır. Hoca, bu tutuma da şiddetle karşıdır. Bu anlamda şu fıkraya bakalım: “ Hoca, komşularıyla dağa odun kesmeye gider. Odunlar eksilip eşeğe yüklenir. Dönüşte yolları bir yanı uçurum olan bir keçi yoludur. Bu esnada eşeğin ayağına bir taş takılır ve eşek uçuruma doğru yuvalanmaya başlar. Hoca hayvanın kuyruğuna yapışır bir yandan da: “ Yetiş ya enbiya ya evliya yetişin” diye bağırır.

Komşuları yavaş yavaş uçuruma yaklaşan eşeğin Hoca’yı da birlikte sürüklediğini görünce beline sarılarak, “Burak şu eşeğin kuyruğunu sen de uçuruma gideceksin” derler. Hoca da öfke içinde “ Ey enbiya ey evliya!.. Geldinizse kaçılın. Eşeğin kuyruğunu bırakıyorum” der.

            Bu fıkrada da bu aracılar meselesi tenkit edilirken başka bir yaklaşımla da tedbir ve takdir kavramlarının özüne dikta çekilmektedir.

 

[1] Ali Günvar, Bana Damdan Düşmüş Olan Bir Doktor Getirin, Yedi İklim N.Hoca Özel sayısı s. 10
[2] Burhaneddin Çelebi, Letâif-i Nasreddin Hoca, yayına hazırlayan Fikret Türkmen Ankara 1989
[3] Aktaran Bekir Şahin, Nasreddin Hoca’nın Felsefesi, Nasreddin Hoca, s. 11
[4] İsmail Güleç, İsmail Emre ve Nasreddin Hoca’nın Fıkralarına Farklı Bir Yaklaşım, Yedi İklim Dergisi a.g.s. s.99 , Bu tür yorumlara ilişkin malumatı Sabri Erdoğan’ın “Yunus Emre ve Tasavvuf” isimli bildirisinde de görmek mümkündür. Bknz. V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasreddin Hoca Bildirileri, Ankara 1996
[5] İsmail Güleç, a.g.y. s. 100
[6] M. Fuat Köprülü a.g. s.22
[7] Ali Günvar, a.g..y. s. 9
[8] Alim Yıldız, Nasreddin Hoca’nın tasavvufi Yönü, Yedi İklim a.g.s. s.103-105
[9] Mustafa Miyasoğlu, Güldüren Evliya Aramızda, Yedi İklim, a.g.s. s. 152
[10] Mehmet Önder, Nasreddin Hoca Gerçeği, Minyatürlerle Nasreddin Hoca s. 8
[11] Abdurrahman Güzel, 1. Milletlerarası Nasreddin Hoca Bildirileri, s. 106

DİN ADAMI OLARAK NASREDDİN HOCA

 

Hoca, doğduğu köyde, Sivrihisar’da ve Akşehir ve civarındaki kimi yerlerde imamlık ve vaizlik de yapmıştır. O bir din adamı olarak da farklı özellikler atışır. Öncelikle, din anlayışı hurafelerden tamamıyla uzak bir anlayıştır. Sorulan sorulara İslâm’ın ruhuna uygun akılcı cevaplar verir ve muhataplarının anlayacağı bir dil kullanır.

      Fıkralarında onun bu özelliği de çok açık olarak görülür. Bunlardan birimsi şöyledir: Köylünün keçisi uyuz olur. Ona keçisini kara sakız ile tedavi etmesini söylerler. Adam, bu söze inanmayarak Hoca’ya gelir ve keçisini, nefesinin keskin olduğu gerekçesiyle Hoca’nın okumasını ister. Hoca’nın cevabı şöyledir: “Nefesim keskindir ama kara sakız fayda etmez. Ben nefes edeyim, zararı yok. Sen de biraz kara sakız alıp keçiye sür”

      Köylüye verilen bu cevapla ona hem işin doğrusu anlatılmış olur hem de bu öğreticilik ve din adına aydınlatma yapılırken muhatabını kırmamış olur.

      Bir gün yine Hoca’ya bir kadın gelerek kızını şikâyet eder ve sürekli tartıştıklarını söyler ve Hoca’dan bir muska yazmasını ister. Hoca da “Hanım biliyorsun ki ben artık çok yaşlandım. Nefesimin gücü kalmadı. En iyisi kızına sen koca bul. O ona muska da yazar nefes de eder. Bir de çocukları oldu mu işi başından aşar. Kızın böylece mum gibi yumuşak, melek gibi sakin olur.”der.

      Başka bir fıkra da şöyledir: Bir gün Hoca’ya iki kadın gelir. Yaşlısı genç olanı gösterir Hoca’ya ve suçlayarak der ki: “Hoca efendi, bu benim gelinim üç yıldır çocuğu olmuyor. Bir muska mı yazarsınız, dua mı okursunuz? Ne olur bir çare…”der.


       Hoca, geline dönerek der ki: “Kızım, soyuna çekmiş olmayasın. Acaba anan da mı çocuksuzdu?”

        Bu fıkrada da Hocanın bir din adamı olarak tutumu yine aynıdır. Kızın probleminin asıl kaynağını belirtir ama muhatabını da yine incitmez, aşağılamaz. İkinci fıkrada da aynı tutumla birlikte gelinini aşağılayan kaynanaya da bir ders verilmiş olur.

        Hoca, dine bağlı olarak gelişen yanlış tevekkül anlayışına da karşıdır. Konakladığı bir handa tavan ağaçlarının iyice çürüdüğünü görünce hancıya tavanı tamir ettirmesi söyler. Hancı da “Sen ne biçim Hocasın. Bilmiyor musun ki her varlık kendi dilince Allah’ı zikreder. Bu ağaçlar da gıcırdayarak zikir ediyorlar” deyince Hoca “Biliyorum da” der. “Ya zikrederken coşup secdeye kapanırlarsa... Ondan korkuyorum.”

         Tedbirsiz tevekkül anlayışının bundan daha güzel bir eleştirisi olamaz. Burada da yine dikkat çeken özellik aynıdır: Muhatabını kırmamak ve onun kurnazlığına nükte içinde karşılık vermek.

         Hoca’nın bu duyarlılığı ile, yaşadığı devrin din anlamında da karışık olan yapısında nasıl bir uyarıcılık görevi yaptığı hemen anlaşılır. Yine bir gün şiddetli bir yağmur başlar. Hoca, pencereden dışarıyı seyrederken yağmurdan koşarak kaçmak isteyen bir komşusuna neden koştuğunu sorar. O da “Rahmet yağıyor. Islanmamak için kaçıyorum.” der. Hoca “Hiç Allah’ın rahmetinden kaçılır mı? Diye sorar. Komşusu dinen bir hata yaptığını düşünerek ağır ağır yürümeye başlar ve tabi ki sırılsıklam olur. Birkaç gün sonra ise yağmurdan kaçan bu defa Hoca’nın kendisidir. Tesadüf bu ya, komşusu duruma tanık olur ve Hoca’ya “Hiç Allah’ın rahmetinden kaçılır mı? Diye sorar. Hoca da  “Rahmeti çiğnememek için” şeklinde cevap verir.

          Şimdi burada yine kurnazlık gibi görünen olayın arkasında farklı bir taraf vardır. O da şudur: Hoca hurafelerle mücadele etmektedir. Fakat bunun uygun zamanın kollar. Böyle bir zaman yakalayınca da muhatabına dersini verir. Burada “Allahın rahmeti” kelimesi dikkat çekicidir. Bu durum insanların dini anlamda istismarında bu kutsal kavramların nasıl kullanıldığı ele alınmaktadır. Nitekim komşusu Allahın rahmetinden kaçılır mı deyince tutumunu değiştirmiştir.

        Hoca, böylece hem hurafelerle mücadele etmekte hem de bunlara inanlara doğruyu göstererek onları eğitmektedir.

Hocanın insanlara İslami kuralları emir ve yasakları öğretme tekniğindeki bu ilginç tutumuna bir örnek de şu fıkrasıdır: “Hoca, komşusundan bir gün ödünç bir kazan alır.

Verirken de içine bir tencere yerleştirir. Üç beş günü sonra tekrar bir kazan alır fakat iade etmez. Durumu merak eden komşu Hocaya gelip kazanını sorar. Hoca da: “Kazan öldü” cevabını verir. Komşusu “ Kazan bu nasıl ölür? deyince, Hoca da “Doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun” der.<span style="font-siz

MİHMANDAR  
 


 
 
 
 
14.11.2007 tarhinden bu güne kadar 162237 ziyaretçi (413129 klik) kişi burdaydı!



   En iyi 10 türk filmi  -  2007-2008 sezonu D.T. Oyunları  -  canlı film izle  -  Oyun Metinleri  -  Tiyatro terimleri  -  Kelebeğin Kalbi  -  Tiyatro Siteleri 

 Ana Sayfa Haberleri  -  Usta Tiyatrocular  -  SİTENİ EKLE  -  Banner ekle  -  Sayaç  -  Namaz Vakitleri 

SUFLOR Bir Kültür ve Sanat Sitesidir  ______________________________ Copyright © SUFLOR.TR.GG - Telif Hakları Adnan KUŞ.' a Aittir.________________________________ 14 / KASIM / 2007


Bir kişinin veya bir eserin bu sitede bulunması, bu siteyi hazırlayanların bu kişiyi desteklediği anlamına gelmez. Bu sitenin amacı bu eserleri kullanıcılarının değerlendirmesine sunabilmektir. Sahibinin herhangi bir isteği olursa, eser siteden derhal kaldırılacaktır.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol